2012 yılında ciddi ciddi yeni müzikler yazıp bunları bir albüm haline getirme fikrim gelişti. O güne kadar onlarca farklı albümde çalmış, belgesel müzikleri yazmıştım. Kendi grubunu henüz kurmamıştım ama grubun ya da orkestraların elemanı olduğum çokça proje vardı. Elif Çağlar Quartet, Cem Tuncer Quartet Kolektif İstanbul, Korhan Futacı ve Kara Orkestra, Yansımalar, Swing A La Turc, Çağrı Sertel Trio, Alp Ersönmez ‘’Cereyanlı’’, Jülide Özçelik, Yasemin Mori, Ceylan Ertem gibi…
Nasıl bir solo albüm yapmalıyım diye konuşurken, o dönemde D&R’da çalışan Mehmet ‘’ Ediz, sen çok farklı müzik türleri ve gruplarda çalıyorsun, bence bu yönünü göstereceğin bir albüm yap, sonra ne istiyorsan yapabilirsin’’ demişti. Bu fikir bana mantıklı geldi. O güne kadar yazdığım müzikleri bir kenara bıraktım ve birlikte çaldığım grup ya da müzisyenler için yeni besteler yapmaya başladım. Daha grubu kurmadan da Ergin’in stüdyosunda, Deneyevi, parçaları kaydetmeye başladık. O kayıtlardan bir tek Elif Çağlar’ın sözlerini yazıp söylediği ‘’Eye Of A Hurricane’’ Nazdrave albümünde yer aldı. Diğer kayıtları grup kurulduğunda tekrar en baştan çaldık.
Çok kalabalık bir kadro ile Deneyevi’nde başladığımız kayıtlar sürerken yoğun konser programı yüzünden heçbirini sonuçlandıramasak da bu kayıtlar beni grubu kurmaya doğru yönlendirdi. Madem bu kendi kişisel projemdi, o zaman sevdiğim insanlarla çalacaktım tabi ki. Nazdrave ekibinin müsisyenleri ile ilgili tek tek başlık açıp ayrı yazılar yazacağım, şimdilik kısaca bahsedeyim:
Hayatıma en çok etki eden isimlerin başında gelen Cem Tuncer, Ceylan’da birlikte çaldığımız Cenk Erdoğan ile gitarlarda yer aldılar. Ortamlarda çalmaya neredeyse birlikte başladığımız Ercüment Orkut tuşlu çalgılarda, şahane perdesiz basgitar çalan Orhan Deniz de eklenince geriye nefesliler kaldı. İzmir’den gelip Ricky Ford ile dersler yaparken tanıştığımız Engin Recepoğulları ile bir daha yollarımız hiç ayrılmamıştı, tenor saksafona o dahil oldu. Serhan Erkol gruptaydı ama çeşitli sebeplerden dolayı o devam etmedi, Barış Doğukan Yazıcı trompetiyle gruba eklenince enstrümanlar tamamlanmış oldu. Bu grubun üzerine de Ceylan Ertem ve Elif Çağlar sözleri, yazdıkaları müzikler ve sesleriyle katıldılar.
Parçaların Seçimi
Nazdrave grubu kuruldu ve sıra bestelerin seçimine ve toparlanmasına geldi. Belki parçaların tek tek analizleri ve hikayelerini de anlattığım, hatta evde yaptığım demolarını da yayınlayacağım bir yazı dizisi yaparım. Şimdilik bu bilgilerle idare edin.
Cereyanlı
-Cereyanlı parçasını adından da belli olacağı üzere Alp Ersönmez’in projesine ithafen yazmıştım, yazdığım ve demosunu kaydettiğim anı çok iyi hatırlıyorum.
Laflar
– Laflaf Kar Orkestra için yazdığım bir parçaydı. Büyükada’da Richard ve Aslı’larda kaldığım dönemde yazdığım bir besteydi. Cem Fakir’in belgeseli için bestelemiştim.
Kimse Bilmez
-Kimse Bilmez benim sözünü de yazdığım ilk bestemdi. Birçok şeyi başlatan, beni köklerime yakınlaştıran parçadır. Bunu da belgesel müziği için yazmıştım, Kolektif İstanbul olarak kaydetmiştik belgesel için.
Mila
-Mila parçasını Ceylan’ın albümünde olsun diye bestelemiştim ama sözlerini o yazıp bu köpeğine yazdığın bir beste, senin albümünde olmalı deyince Nazdrave’ye almıştık.
Maymun Türküsü
-Maymun Türküsü. Albümde Mutlaka bir Blues olmalıydı ve bu da dinamik bir parça olacaktı. Çalan Enstrümanları öne çıkaracak bir parça olarak besteledim. Kafamızda bunu elektro bağlama ve belki de zurna ile çalmak vardı ama sonra bu fikirlerden vazgeçtik, belki bir gün öyle kaydederiz.
Eye Of A Hurricane
-Eye Of A Hurricane, Elif Çağlar’a ithafen yazdığım bir müzikti, kendisi de sözlerini yazdı. Üzerine tüm kayıtları teslim ettiğimiz Tunç Çakır parçanın elektyroniklerini ve ses dizaynını yaptı.
Kimin Nesiyiz
-Kimin Nesiyiz. Kafamda hep Sezen Aksu’nun Onno ile yaptığı dönemine ithafen bir müzik yazmak vardı. Öyle de olduğunu düşünüyorum. Albüm için yazdığım ilk müziklerden, sözlerini de Ceylan Ertem yazdı.
Kutlu Olsun
-Kutlu Olsun. Kaş’ta Neco’nun mekanı Cafe 7’de limon ağacının altında bir öleden sonra yazdığım parçaydı. Ceylan ve Elif’in düet yaptığı parça, kendi söyledikleri sözleri yazdılar. Tunç Çakır da ses dizaynını yaptı.
Mantra
-Albümü de Mantra ile kapattık. Bu da Ricky Ford’un etkisiyle Abdullah İbrahim’e selam olsun diye yazdığım bir parçaydı. Tunç Çakır Perküsyonları çaldı, ben de şortumu sıyırıp çıplak bacaklarımda bagetlerle çaldım. Shaker gibi domine etmeyecek ama olayı yürütecek bir şeye ihtiyacımız vardı, o şekilde çalmaya karar vermiştim.
”Albüm Kaydetmeden Lansman Konseri Çalmak”
Albümü kaydetmeden albüm lansman konserini çalmıştık yine. Sanırım böyle başladı böyle gidecek. Yanılmıyorsam 1 Nisan 2014’te albüm lansmanını çaldık, Üzerine Babajim’de albümü kaydettik ve yıl sonu da yayınladık. Nazdrave 13 albüm lansmanını çalacağımız gün Yekta Kopan’la röportaj yapmıştık. Linki de şurada, yine albümü sonraki hafta kaydetmiş ve yıl sonu tekli ardından da albümü yayınlamıştık. Nazdrave’de bir gelenek haline gelmek üzere olan bir lansman-albüm karmaşası yaşanıyor.
Ediz Hafızoğlu ‘’Nazdrave’’ albüm kapağında da Mila ile birlikte Kastro sahilinde tesadüfen çekilen bir fotoğraf yer alıyor. Bizi anlatan daha iyi bir kapak olamazdı. Bu konudan ayrıca basedeceğim. Şimdilik benden bu kadar, yeni yazılarda görüşmek üzere.
Davul çalmaya karar verdiğinizde ama davul ile ilgili bir şey bilmediğinizi varsayarak sizlere yardımcı olabilecek bir yazı ele almak geldi aklıma.
Uzun yıllardan beri eğitmenlik de dahil birçok öğrencim ya da öğrenci adayının aslında bu süreçte kendilerinin nelerin beklediği hakkında bir fikirlerinin olmadığını gözlemledim.
Birçok enstrümana göre davul, görsel olarak çalması çok kolaymış gibi görünür. Evet, elinize bagetleri alırsınız ve vurduğunuzda ses çıkar. Bu da çoğu insanı yanıltır. Hemen çalabilecekmiş hissi yaratır.
Konuya şöyle bir giriş yapalım;
Hiçbir enstrümanı çalmak kolay değildir. Başlangıçta bazı enstrümanlardan kolayca ses çıkarabilirsiniz, bu o enstrümanın doğası gereği ilk aşama kolaylığıdır. Örnek verecek olursak, Saksafon ya da Flüt’ten ses çıkarmak günler, belki de aylarınızı alacaktır ama Piyano, gitar ya da davul gibi enstrümanların perde ya da tellerine dokunduğunuzda doğrudan ses çıkarabilirsiniz. Yani nefesli sazlardakinden farklı olarak doğrudan doğru seslere basmaya belki de akorlar öğrenmeye başlayabilirsiniz. Ya da davulda olduğu gibi vurduğunuz trampet, kick ya da zilden doğrudan ses çıkarabilirsiniz ve ritim çalmayı öğrenmeye başlayabilirsiniz. Öğrenci adaylarının ilk yanılgıları bu noktada oluyor. Bir adım önde başlayıp her şeyin çok hızlı gelişileceğini düşünüyorlar. Öyle olmuyor maalesef, her şey bir sonraki konuda bahsedeceğim şeye bağlı.
İkinci en çok sorulan soru da ‘’Hocam yaşım şu kadar, bu saatten sonra ben davul çalışmaya başlasam öğrenebilir miyim?’’ oluyor.
Yaşın öğrenmede tabi ki bir önemi var. İlber Ortaylı’nın ‘’Bir Ömür Nasıl Yaşanır’’ söyleşi kitabında söylediği çok önemli bir şey var. Bir konuda çok iyi olmak istiyorsanız o konuyu 15 yaşında artık belirli bir seviyede icra ediyor olmanız gerekiyor. Bu demek değildir ki o yaştan sonra her şey için geç kaldık. Ama eğer yetenekliyseniz ve genç yaşta doğru yönlendirildiyseniz 15 yaşınızda o konuda artık teknik meseleleri geride bırakmış ve işiniz ne olursa olsun artık yaratım sürecine odaklanabilirsiniz demektir.
Evet, 40 yaşınızda da davula başlayıp iyi bir yere gelebilirsiniz. Ama genç yaşta başlamanızın şöyle faydaları olacak. Gençken okula gitmek harici yapacağınız çok işiniz, çeşitli aktiviteleriniz ya da yetişkin olduğunuzda bir ev geçindirme, çocuk büyütme, ailenizden birine bakma gibi sorumluluklarınız olmadığı için yapmak istediğiniz şeye daha fazla zaman ayırıp, kafanız da çok fazla şeyle meşgul olmadığı için odaklanmanız daha kolay olacaktır.
İleri yaşın böyle bir handikapı var. Ne zaman 30 üzeri bir öğrencim olsa, 40’lı yaşlarda daha da belirgin oluyor, bu öğrencilerin mutlaka başka işleri ve bir aile hayatları olduğu için genç öğrencilerime göre ilerlemeleri çok yavaş oluyor.
Ya işlerinde dönem dönem yoğunluk oluyor ya da o yaşlarda gerektiği kadar çalışamıyorlar, konulara odaklanamıyorlar. Dolayısı ile yaş faktörü her şekilde önemli.
Diyelim ki davul çalmaya karar verdiniz, yaşınız da genç ve şimdi ne yapacağınıza karar vermeniz gerekiyor.
-Ne davul almalıyım? Sorusu geldiği zaman ben tedirgin oluyorum. Çünkü henüz hocanı bulmamış, ne tür müzikler çalacağına ya da hangi tarzları çalışacağına karar vermemişsindir.
Başlayacağınız nokta şu olmalı; Önce doğru öğretmeni bulmalısınız. Bunun için de öncelikle bol bol dinlediğiniz müziklerin tarzlarının ne olduğunu bulunç Sonra davul başında gerçekten bunları mı çalmak istiyorsunuz yoksa aslında dinlerken zevk aldığınız şeylerden farklı bir şeyler mi çalacaksınız onu bulmaya çalışın, hayal kurun. Sonra bu tarzlara yönelik dersler veren hocalar kimler, onları araştırın. Başlangıç seviyesinde hangi tarzda eğitim alacağınızın şöyle bir önemi var. Eğer rock çalan bir öğretmen ile çalışırsanız caz, funk, füzyon gibi konulara dönmeniz zor olabilir. Tuşenizden çaldığınız ritim kalıkpalına kadar bambaşka dünyalar. Ama ben olsam ne çalmak istediğime bakmadan doğrudan caz eğitimi almış, o müzikleri çalan bir davulcudan ders alırım. Çünkü o zaman eğitim sürecinizde daha sonra tam olarak hangi tarzları çalacağınıza karar verip dilediğiniz stillere geçiş yapabilirsiniz.
Buraya bir parantez açıp size süreçten bahsetmek istiyorum;
Biliyorsunuzdur, ya da şimdi öğreneceksiniz, davul setup’u, yani set olarak davul çok yeni bir enstrüman. Son halini neredeyse 40 yıl önce aldı diyebiliriz. Önce New Orleans orkestralarında trampet, bas davul ve zil ayrı ayrı kişiler tarafından çalınıyordu. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ekonomik nedenlerle müzikteki değişim enstrümanlara da yansıdı. Kalabalık orkestraların çaldığı müzikler daha az enstrümanla çalınmaya başlandı. Üç kişinin çaldığı şey de bir kişinin çalabileceği hale getirildi ve davul setup’ı oluşmaya başladı. Kick pedalı, hi-hat pedalı ve tom davula sonradan eklendi vs… gibi süreç devam etti. Yani davul setup’ı oluşurken müzik de New Orleans stilinden sonra caz ve blues’a doğru evrildi. Davulla ilgili en önemli eğitim kitapları ve kaynaklar caz davulcularının yazdığı rudiment’ler, stick control kitaplarıdır. Günümüzde temel eğitimde hala onlar kullanılmaktadır. Parantezi kapatıyorum.
Temel olarak eğitiminize buradan başlamakta fayda var. Davul ve setup seçimine sonradan gelebilirsiniz. O konuda da ayrıca davul ve zil setup’ları olarak başlıklarda yazılar yazacağım.
Eğitimdeki en önemli şey ‘’sabırla her gün tekrar tekrar çalışmak’’. Çalışmayı sevmek, çalışamadığınız zaman vicdan azabı duymak, bunları yaşamanız gerekiyor. Bilin ki hiçbir işin, zor olmadığı sürece bir değeri olmuyor. Kolay olan şeyler çok kolay unutuluyor ya da kenara atılıyor. Ne kadar emek verirseniz yaptığınız iş ne olursa olsun onu o kadar sahiplenirsiniz.
Yani diyeceğim şey şudur ki; Bir enstrüman öğrenmek istiyorsanız, bu enstrüman ne olursa olsun, gerçekten çok çalışmanız gerekiyor. Burada başka işlerde yapmanız muhtemel üçkağıtları yapabileceğiniz bir alan yok. Sahnede rezil olursunuz, stüdyoda rezil olursunuz, çalamadığınız anda kimse gözyaşınıza bakmaz, adınızı bile hatırlamaz sizi çalışmaya odanıza yollar.
Öncelikle tüm bunları göz önünde bulundurarak davula başlayıp başlayamayacağınıza, enstrümana yeterince vakit ayırıp ayıramayacağınıza karar verin. Ondan sonra da doğru hocanızı bulmaya çalışın. Şimdiden tüm davulcu adaylarına başarılar, müzik sizinle olsun.
Tüm öğrenciler ilk eğitim gününü davul setinin başında geçirmek ister. Ama o tabureye oturmadan önce aslında halledilmesi gereken çok temel konular vardır.
Bunların en başında baget tutuşu gelir. Sonra da baget tekniği yani stick control diye karşınıza bundan sonra bol-bol çıkacak şey. En başta bunları oturtmak için davul setine ihtiyacınız yok. Mümkünse bir trampet sehpası, bir çalışma pad’i, telefonunuza bir metronom uygulaması ve davul taburesi almanız yeterli olacaktır. Davul taburesi almaz da sandalyede oturup da çalışabilirsiniz ama daha sonra davulun başına geçtiğinizde tabure seviyesi sizi başlarda çok zorlayacaktır. En başından tabure ile hazırlığı yapmakta fayda var.
Baget tutuş tekniği her insanın fizyolojisine göre farklılık gösterebilir, dolayısı ile burada anlatacağım şeyler ortalama olması gerekenlerdir. Birinizin parmakları uzun olur, diğerinin eli büyük olur, bunlar tutuşları değiştirecek önemli ayrıntılardır. Size fotoğraflarla da anlatacağım, dünyada davulcular tarafından kullanılan iki baget tutuş tekniği vardır.
Match Grip
Traditional Grip
Traditional grip, yani geleneksel tutuş şekline Ricky Ford çok kızardı; Ne demek geleneksel, doğrusu bu, bunun gelenekseli mi olur derdi ☺
Öncelikle şunu netleştirelim; Nasıl tutmaya alışırsanız öyle öğrenir ve o yöntem size kolay gelir, dolayısı ile başta ikisine de çalışmakta fayda var. Yeri geldiğinde ikisinin de ayrı ayrı avantajlarını göreceksiniz.
Buraya bir de parantez açmak istiyorum.
Bir kısım eğitmen tutuş tekniğine hiç takılmaz, herkes kendi rahat şeklini bulsun der. Ben bu ekolden değilim. Sebebi de, zaten yolun en başında doğru şekilde tekniği oturtabilirsek, davulcular ileride kendilerinin en rahat pozisyonlarını zaten bulacaklardır.
Örneklerini çok gördüm. Kendi jenerasyonumda birlikte eğitim aldığım ve aynı şeylere dikkat ederek davul çalan herkes yıllar ilerledikçe tekniğini kendisine en rahat gelecek şekilde yorumlayıp doğru noktayı buldu. Ama baştan itibaren serbest bırakılan öğrencilerin davuldan bile ses çıkaramadıklarına çok şahit oldum. Özellikle önceden doğru eğitimi almamış öğrencilerin bu alışkanlıklarını değiştirmek sıfırdan başlatmaktan çok daha zor oluyor. Doğru öğretmen ile çalışmanın önemine tekrar işaret etmiş olalım.
Birinci tutuş’ta, Match Grip, bagetler sanki kollarımızın devamıymış gibi elimizde durur, bagetin dengesi bulunur, işaret parmağımızın ilk boğumuna oturan bageti karşıdan da baş parmağı ile sıkarız. Diğer parmaklar da bageti kavrar ama bu iki parmak gibi sıkmaz. Fotoğraflarda sırası ile tutma şekillerini inceleyebilirsiniz.
Geleneksel tutuş, Traditional Grip, sağ elini kullananlar için sağ el düz, sol elimizde ise bagetin içeriye doğru çapraz şekilde bakması pozisyonudur. Solaklar için de tam tersi. Sol elimizin avuç içi içeriye doğru bakar, sol eldeki baget ise ilkinden farklı olarak dengesi bulunarak baş parmak ile sıkıştırılır. Fotoğraflarda pozisyonları görebilirsiniz. Bagetin dengesini bulma konusunda da açıklayıcı bir videonun linkine buradan ulaşabilirsiniz.
Pozisyonlarımızı oturttuktan sonra ellerimizi, parmaklarımızı ve bağlantılı tüm kasları geliştirmemiz gerekiyor. İnsanlar normal hayatlarında elinde bir sopa ile saatlerce bu şekişde hareket etmedikleri için bilekler, el ve kol kaslarını bu yönde çalıştırmamış oluyorlar. Dolayısı ile biz bu konuya sanki yeni yürümeye çalışan bir bebek gibi yaklaşacağız. Bebek nasıl hemen ayağa kalkıp koşamıyorsa, biz de hemen davulun başına geçip inanılmaz bir rahatlıkla çalamayacağız. Sabırla önce emeklemeyi, sonra ayağa kalkıp dengede durmayı, kaslarımızı ve dengemizi geliştirdikten sonra da koşmayı öğreneceğiz.
Bunun için de önce Single’ları çalışacağız. Yani her elimizle tek-tek vurarak çalışmaya başlayacağız. Daha sonra single’lara aksan’lar vereceğiz. Bunlar oturduktan sonra double’lara geçip ardında rudiment ve derya deniz çalışmalarla kendimizi geliştirmeye devam edeceğiz.
Single, aksanlı single, double ve aksanlı double’lar ile ilgili videolara buradan ulaşabilirsiniz.
Evde pad ile çalışmak size hem tasarruf sağlayacak hem de davul konusunda davul başında çalacağınız şeylere göre daha hızlı bir başlangıç yapmanızı sağlayacaktır.
Örneğin; Davul aldınız, bunu nereye kuracaksınız? Bizim enstrümanımız gitar ya da basgitar’a benzemiyor. Tam olarak yalıtılmış bir odamız yoksa herhangi bir apartman dairesinde davulu çalmamız imkansız. Davul aldınız ve davulu koyacak bir yalıtılmış yer kiraladınız. Daha davul çalmaya yeni başlıyorsunuz. Yaptığınız masraf gerçekten çok yüksek olacaktır. Hiç gerek yok. Arada bir bir ya da iki saat stüdyo kiralayıp tek başınıza davulun başında vakit geçirseniz çok daha mantıklı.
Pad ile çalışmak size her an evde çalışma konforu sağlayacaktır. Ev halklından başka kimse rahatsız olmaz. Kendi odanıza çekilip, metronomunuzu açıp rahatça günde birkaç saat çalışabilirsiniz. Bu size hem bir disiplin sağlayacak hem de birkaç hafta sonra tutuşlarınızla ilgili ciddi bir aşama kaydedeceksiniz.
Bu konuda Lin Records kanalında yer alan videoları mutlaka izleyin, anlamadığınız yerler olursa bana ulaşın, çalışmalarınızı doğru bir şekilde ilerletin.
Bir sonraki konumuzda görüşmek üzere, müzikle kalın.
Hatırlıyorum, 2002 yılında Bilgi Üniversitesi sınavına hazırlanırken önden de okula gitmeye ve sonradan hocam da olacak Cengiz Baysal’ın Ensemble dersine katılmaya başlamıştım. Orada kendisine nota okumanın ne kadar önemli olduğunu sormuştum. Bu yazı bu cevabın üzerine olacak.
‘’ Eğer tercih edilen bir müzisyen olmak istiyorsanız nota okumalısınız. Okumadan da yine harika çalabilirsiniz ama nota okuyana göre tercih sırasında geride kalırsınız.’’
Bunları duyduktan sonra bu konu üzerine düşünecek zamanım oldu, çok da tecrübe edindim. Cengiz abi ne demek istemişti?
Nota okumak bize bir şey kaybettirmez, tam tersi kazandırır. Ana fikrimiz bu.
Peki nasıl kazandırır?
Çalışmalardan başlayıp bu konuyu üç başlığa ayırabiliriz.
– Özel Çalışmalarımız
– Prova ve Sahne
– Kayıt Müzisyenliği
Özel Çalışmalarımız
Diyelim ki nota okuyamıyoruz. Bu da demek oluyor ki her şeyi kulaktan çözüyoruz. Dinliyoruz, taklit ediyoruz, uygulamaya çalışıyoruz. Çok kolay bir yöntem değil ama bu yolda doğup büyüdüğüm Balkanlarda çok iyi yetişmiş müzisyenler var. Alaylıların neredeyse hiçbiri nota okuyamaz ama kendi geleneksel müziklerini hem çok iyi çalarlar, hem de bir parçayı bir kere dinleyip ezberleyebilirler. O yönde ilerlemek size mutlaka başka pratik alışkanlıklar getirecektir. Ama bu tarz çalışan müzisyenlerin en büyük olayı çaldıkları müzikleri her gün saatlerce çalabiliyor olmaları. Hem de orkestraların içinde. Dolayısı ile onlar vakitlerini evde çalışarak değil, toplu olarak sürekli birlikte prova yaparak geçirirler. Bizler için bu neredeyse imkansız. Yanımıza çalacak bir kişi daha bulmak imkansız.
Dolayısı ile biz kendi kendimize pratik yapma yolunu seçiyoruz. Bunun için de en hızlı yol çalışma kitapları, ya da aldığımız notlarla ilerlemektir. Nota okumayı bilmek burada bize çok büyük bir kolaylık sağlıyor. Hem farklı fikirleri karşılaştırıp çalışma imkanı buluyoruz hem de kendimizin bulduğu çalışma yöntemlerini yazıp onları atlamadan çalışabiliyoruz.
Nota okumak çalışma sistemimizin sağlıklı ilerlemesi açısından önemli.
Prova ve Sahne
En başta çaldığımız gruplar genellikle kendi kurduğumuz gruplar oluyor. Dolayısı ile herkes aşağı yukarı aynı seviyede ve çalınacak müziklerin de hakimi oluyor. Hakim olunmasa bile uzun provalarla bu müzikler beraber bir noktaya getiriliyor. Bu aşamada önünüzde nota olmasa da zaten çok da eksikliğini hissetmiyorsunuz.
Ama işin rengi ensemble dersleri ya da ‘’bu akşam şöyle bir repertuvarla bu mekanda çalıyoruz, davulcumuz hastalandı, hızlı bir prova yapıp akşam bizimle çalabilir misin?’’ sorusu geldiğinde değişmeye başlıyor. Daha önce hiö duymadığınız minimum 10 parçayı o anda çalmanız gerekiyor. ‘’Bir dakika, ben eve gidip hepsini ezberleyip geleyim’’ de diyemiyorsunuz. İşte nota okumak size burada hem kolaylık hem de öncelik tanıyor. Önünüze notalar konuluyor, herkes parçaları bir kez geçip, notaların üzerine kendi notlarını alıp akşam tertemiz bir şekilde konseri çalıyor.
Şöyle söyleyeyim; Eğer nota okuması zayıf biri ile prova yapmak zorunda kalıyorsak hayattan soğuyoruz. Ben birçok grubu daha ilk provada bu sebeple bıraktım, ya da o kişileri gruptan yollamak durumunda kaldık. Kimsenin birbirinin vaktini çalmaya hakkı yok, zaman çok değerli.
Kayıt Müzisyenliği
Eğer hayalinizde ‘’Stüdyo Müzisyeni’’ olmak varsa, nota okumanız şart. Çünkü stüdyolarda kayıtları yapmak için saat başı ya da günlük paralar ödeniyor. Hiçbir aranjör ya da prodüktör ağır iş yapan bir müzisyenin o stüdyoda olmasını kabul edemez. Hem zaman kaybı hem de para kaybı. Günümüzde kayıtlar, eğer grup müziği yapmıyorsanız, şu şekilde işliyor:
Kayıt günü stüdyoya girip ne çalacağınızı orada öğreniyorsunuz. Bazen altyapıların üzerine çalıyorsunuz, bazen metronomla sadece kağıtta yazanları okuyorsunuz. Yani nota bilmeden oradan iyi bir iş yaparak çıkmanız çok zor. Dolayısı ile eğer stüdyo müzisyeni de olacağım diyorsanız kendinizi bu yönde geliştirmelisiniz. Sadece nota okumak da yeterli değil, çok iyi nota okuyor olmanız gerekiyor.
Konuyu kapatmadan kendi fikrimi de buraya yazayım. Bence her müzisyen nota okumalı, hem de çok iyi okumalı. Kendimize, müzisyen arkadaşlarımıza ve müziğe saygı gibi de düşünebiliriz. Cengiz abi şöyle bir örnek vermişti; İki davulcusunuz ve size Bigband çalma işi geldi. Biriniz nota okuyamıyor ve diğeri okuyorsa o işe o gidecektir. İkiniz de nota okuyor ve diğeriniz daha iyi okuyorsa yine o gidecektir. İkiniz de çok iyi okuyorsanız ve biriniz o stili daha iyi çalıyorsa tüm parametrelerde önde olan gidecektir. Yani bu işin sonu yok. Sürekli çalışmak ve kendimizi geliştirmek gerekiyor. Bunun içinde müzik dinlemeye, çalışmaya, farklı tarzlara kulaklarımızı açık tutmaya ihtiyacımız var.
Çok yakında nota okuma çalışmaları konusundan da bahsedeceğim, o yazının da size mutlaka faydası olacaktır.
(Afyon Karahisar Caz Festivali- Pinhani Berlin Konseri- Swing A La Turc Malta Müzik Festivali Konseri)
Afyon Karahisar Caz Festivali Faciası
Yahya Dai Quartet ile 2011 yılında Afyon Karahisar Caz Festivali’ne çalmaya gidiyoruz. Daha kolay olacağını düşündüğümüz için benim arabamla gitmeye karar verdik. Ne olduysa bundan sonra oldu zaten.
Yahya Dai, Ercüment Orkut, Kağan Yıldız ve benden oluşan bu dörtlü kadro yola Ercüment’siz çıktı, kendisi askerliğini Ankara’da bitirip trenle doğru Afyon’a geçecekti. Toplanıp gecenin bir vakti benim konserim bittikten sonra yola çıktık, kazasız belasız Afyon’a vardık. Uyuduk ve konser için hazır duruma gelince lobide buluştuk. Festivali düzenleyen Hüseyin Başkadem ile selamlaşıp çalacağımız yere yollandık. Tren garında çalıyorduk. İnanılmaz kötü bir davul seti, yerde kaymasın diye halı yok, ses tesisatı çok kötü. Bu kadar yolu bunun için mi teptik diye moralimiz çok bozuldu. Trenin yolcu indirme saatinde çalıyoruz.
Trenden inenler sanki biz hiç orada çalmıyormuşuz gibi geçip gittiler, bizi dinleyen iki üç kişi kaldı, şahaneydi yani. Neyse, konser bitti biz de sabah erkenden yola çıkacağımız için Hüseyin’le lobide buluştuk. Orada çok güzel bir kazık yedik. Yahya sağolsun hiçbir konuşmayı yazılı olarak yapmayıp telefonda sözlü olarak yaptığı için Hüseyin kişi başı alacağımız ücreti tüm gruba verince öylece kaldık. Sonunda muhabbeti hiçbir yere bağlayamadık, bir bardak soğuk suyu içip yattık uyuduk. İstanbul’a kadar bizim iyi hissetmemizi sağlayan tek şey Ercü’nün 6 aylık askerliğini bitirip tekrar yanımıza dönmüş olmasıydı.
Pinhani Berlin Konseri
İstanbul’a geldiğim günün akşamı ya da ertesi gün, tam hatırlayamıyorum, Berlin’e Pinhani ile çalmaya gitmem gerekiyordu. Ya birinin vizesi çıkmadı, ya da Cem Aksel’in Bülent Ortaçgil konseri vardı, benden yardım istediler. Oturup tüm parçaların notunu aldım ve konsere hazırdım. Oradan da Münih aktarmalı Malta’ya festivale yetişmem gerekiyordu. Yani hiçbir yerde oyalanacak vaktim yoktu. Cihangir’de yaşadığım dönem. O zaman da Seval ile evliyiz. Akşam üzeri motora atlayıp Atatürk Havalimanı’na gittim. Dış hatlara girip çocukları neredeler diye aradım. Zaten ‘Simit Sarayı’nın oradayız deyince bir kıllandım. Beş dakika buluşmaya çalıştık ama buluşamayınca anladık ki onlar Sabiha’da ben Atatürk’te ayrı düşmüşüz. Alışkanlıktan kimse de bana nereden uçtuğumu söylememiş, biletleri de istememe rağmen yollamamışlardı. Ben de tıpış tıpış eve döndüm. Seval de tam güzel bir kırmızı şarap açmış, peynirler kesmiş, yapacak bir şey yok, oturduk ne varsa içtik. Ertesi gün uçabildim Berlin’e. Önce otele gittim, birkaç saat uyurum dedim ama beceremedim. Attım kendimi konser salonunun önündeki parka. Güzel bir sosis ve bir beyaz bira alıp etrafta koşturan tavşanları izlerken birkaç biraz devirdim. Berlin Opera binasındaydı konserimiz sanırım. Aynı gün büyük salonda Sezen Aksu konseri vardı, biz de üst katlarda bir salonda çalıyorduk. Soundcheck’imizi yaptık. Gelenekmiş, bir parçada herkes enstrümanları değişiyormuş, Hele Bi Gel’de ben basgitar’a geçtim, öyle çalıp bitirdik konseri. Afyon’un üzerine iyi geldi Berlin’de olmak, çalmak.
Malta Müzik Festivali Konseri
Sabah uerken uyandım, Berlin-Münih_Malta aktarmalı uçuşum vardı. Münih’e vardım ve kahvaltımı orada yine sosis ve bira ile yaptım, şahaneydi. Beklerken birkaç bira devirip uçağa bindim. Tabi hiçbir şeyden haberim yok, kulağımda müzik uyuklayarak geçti zaman. Uçak indi. Ben de çıkışa yöneldim. O zamanlar telefonumun interneti de açık değildi. Şenol Filiz’i aradım ‘’Abi ben geldim’’ deyince ‘’Edizciğim beklediğimizden bir saat önce gelmişsin, nasıl olur’’ dedi ve olaylarda üçüncü aşamaya geçmiş oldum ☺
Organizatör aradı, ne yazıyor etrafında neredesin dedi, ben de anlattım, çıkışta beklediğimi söyledim, o da yola çıkıp almaya geliyorum dedi, telefonu kapattı. Geldiğinde tekrar aradı ve birbirimizi bulmaya çalıştık. Eczane’nin orada buluşalım dedi, gittim, önünde araba sergileniyor, oradasın değil mi, evet oradayım. El sallıyorum görüyor musun, evet o sen misin, ben de sallıyorum, diyorum… O değil, önümdeki arkamda birine el sallıyor. Böyle bir aşağı bir yukarı, birbirimizi bulamadık. Information Desk’teki kadına neredeyim diyorum. Arrival diyor. Tamam da burası neresi diyorum, Dış Hatlar geliş diyor. En son ‘’Dünyanın Neresindeyim’’ dedim, anlamadı. Bir polise verdim telefonu, bizim organizatör telefonu geri aldığında şu cümleyi kurdu: Sen Malta’ya gelmemişsin, Sicilya adasında Catania’ya inmişsin!
Nasıl??????????
Al başına belayı. Meğer uçak bilette veya herhangi bir yerde yazmadığı halde arada dolmuş gibi Catania’ya inip sonra devam ediyormuş. Şahane haber!
Seval’i aradım, o kadar çok güldü ki, telefonu yüzüne kapatıp Aslı’yı aradım. (Kolektif İstanbul). Aslıcıım Seval gülmekten bana yardımcı olamıyor, sinirim bozuldu, ,zerimde 50 euro var, banataksi ile gidip gelebileceğim maksimum 50 euro harcayacağım bir mesafede otel bulabilir misin dedim, 24’e gidip geleceğim bir otel buldu sağolsun. Otele girdim, sinirim bozuk, tüm palnlar bozulmuş. Adam bana uyduda şu kadar kanal var bilmem ne anlatıyor. Dedim bana wifi lazım acilen. Odaya girdim ve o akşam hiçbir yere çıkmadan nerede olduğuma baktım. Meğer Etna Yanardağı’nın dibindeymişim. Bir onun patlamadığı kalmıştı. Ertesi gün sokağa çıktığımda moral ve motivasyonum yüksek olarak mutlaka tekrar gelinmesi gereken yerlerden diye kafama not ettim. Binaların xeminden iki metreye kadar olan bölümleri griydi tüm şehirde. Etna patladığında tüm şehri kül kaplıyormuş, acayip bir durum yani. Catania deniz kıyısında olduğu için pazarı da muhteşemç Harika deniz ürünleri satıyorlar. Ama tüm şehir bir iki saatte geziliyor ve her şey bitiyor. Benim yüzümden bir önceki gün olan konser iki gün sonraya, festivalin kapanış gününe atıldı. O yüzden akşam uçup boş gün olarak geçirecektim. Akşama kadar oyalandım, yemek yedim, parkta bankta uyukladım ve akşam havaalanına dönüp uçağa bindim.
İndiğimde beni kaşılayan 70’lerinde bir abla gülmekten bana selam veremedi. ‘’Uçakta yanlış yerde inen sensin yani’’ deyip sürekli gülüyor. Hay allahım. Sinirim bozuldu. Arabasına bindik, yeni kullanmayı öğrenmiş sanırım, benim taraftaki yan ayna kırık. Göbeğe yanlış girdiü bir araba üzerimizden geçiyordu benim taraftan. Bitecek gibi değil yani bu cenabetlik. Neyse ki otele vardım ve Önder Focan, Şenol Filiz ve Erdal Akyol ile lobide buluştuk. Güle güle hikayeleri anlattım. Ertesi gün bize adanın önemli tarihi yerlerini gezdirdiler, yerel müzisyenleri dinlettiler. Haçlı Seferleri esnasında Osmanlı’ya karşı zafer kazanan şövalyelerin anısına bir bira üretmişler. Osmanlı’yı yendik birası. Arkasında tarihler vs yazıyor. Bol bol ondan içtik. Pazar günü de Yetmez Ama Evet’çilerin desteği ile Akp tekrar seçim kazanıp bizim bu karanlık günlere sürükleyeceği günlere yürüyordu. Ne acayip dönemmiş. Tüm bu saçmalıkların üzerine seçim de öyle sonuçlanınca tadımız tuzumuz iyice bozuldu. Konser güzel geçti, festivalin kapanış konserini çalmış olduk. Başımıza bir şey gelmeden İstanbul’a döndükç Zaten daha ne gelebilirdi ki…